Psikolojinin DNA'ları olarak görülen Ayna Nöronlar, Vittorio Gallase ve Giacomo Rizzolatti adlı iki İtalyan
bilim adamı tarafından 1990’lı yıllarda maymunlar üzerinde düşünce okuma konusunda yaptıkları deneyler
sırasında keşfedildi. Belli
birtakım işleri yaparken aktif hale geçen bu nöronların, bir başkasını aynı işi yaparken
görünce de aktif hale geçtiği tespit edildi. Bu nöronlar primatları, insanları ve kuşları karşısındakini
taklit etmeye yönlendiriyordu ve bu özelliklerinden dolayı "ayna nöron " adını
aldılar.
Ayna nöronların ortaya koyduğu duruma göre bir şeyi görmek ve bir şeyi yapmak aynı şeydir. Yani, bu nöron birisini bir şey yaparken seyrederken sanki kendisi yapıyormuş hissi vermektedir. Örneğin; katıla katıla gülen birini görünce kendimizi alamayıp gülmeye başlarız. Bunun gibi gerginlik, gerginliği; neşe, neşeyi bulaştırır. Yapılan bir araştırmaya göre mutlu yüzlere bakan insanların, gülerken gerilen kaslarının, kızgın yüzlere bakanların ise kaşları çatan kaslarının resme baktıktan 700 milisaniye içinde kımıldadığı görülmüştür.
İnsanın ayna nöron sistemi, maymunlardan farklı olarak beynin sol yarım küresinde ve özellikle dille bağlantılı olan Broca bölgesinde bulunduğu tespit edilmiştir.Fransa Jean Nicod Enstitüsü Öğretim Üyesi Pierre Jacob’a göre, çete davranışları ve sürü psikolojisi gibi öğelerin altında insan beynindeki ayna nöronlar bulunmaktadır.
Laurent Gaunell kitabında ayna nöronlardan şu şekilde bahsetmektedir;
(...) Aslında sanırım işe iki kişi iyi iletişim kurduğunda, arada akış olduğunda
bilinçdışı olarak birbirlerine senkronize olduklarını ve sonunda benzer
duruşlar sergilediklerini görerek başladılar. Zaten herkes bunu
gözlemleyebilir. Örneğin restorantta aşık bir çift gördüğünüzde tıpatıp aynı
konumda durmaları ender rastlanır bir durum değildir. (…)”
“Çok şaşırtıcı bu.”
"Bu araştırmacılar daha sonra, bu olgunun tersine çevrilerek
yeniden yaratılabileceğini gösterdiler. Bir kişinin tutumuyla iradi olarak
senkronize olunursa bu kişilerin karşılıklı olarak birbirlerini iyi
hissetmesine hemen katkıda bulunuyor. Dolayısıyla bu, iletişimin kalitesini
büyük ölçüde kolaylaştırıyor. Ama bunun olabilmesi için sadece bir teknik
olarak bunu uygulamak yetmez. Ötekinin dünyasını benimsemeyi samimiyetle
arzulamak gerekir.”
“(…) eğer muhatabın duruşunu incelemek ve sonuç olarak buna
uyum sağlamak gerekiyorsa insan doğallığını tamamen yitirir.”
…
“Söyleyeyim mi?”
"Neyi?”
“Zaten kendiliğinden, farkına varmadan yapıyorsun.”
…
“İki ya da üç yaşındaki bir çocukla iletişim kurmak
istediğinde nasıl davranırsın?”
…
"Ee, şey kapıcının oğluyla konuşmuştum on beş gün kadar
önce. Gün içinde kreşte ne yaptığını anlatmasını istemiştim ondan.”
(..) Küçük Marco’yla konuşmak için yere çömelmiş, onun boyuna
inmiştim, sesimi farkına varmadan kısmıştım ve mümkün olan en basit, onun söz dağarcığına en yakın olan sözcükleri
seçmiştim. Kendiliğinden. Bunun için hiç çaba sarf etmemiştim. Tek istediğim bir
Fransız kreşinin neye benzediğini bana anlatmasıydı.
"En inanılmazı ne biliyor musun?”
“Söyle!”
"Bu iletişim kalitesi yaratılabildiğinde ve belli bir süre
korunduğunda o an öylesine değerli olur ki onu korumak için herkes farkında
olmadan elinden geleni yapar. Örneğin el kol hareketlerini ele alırsak, eğer
birisi kolunu hafifçe değiştirirse öteki de farkında olmadan onu takip eder.” (s.136-137)